MIRILDANMA, HAYKIR!

-İSTANBUL-
“Bağırın, rica ederim. Bağırın, gürültüden kimse tedirgin olmaz. Herkesin zoru sessizlikten…” – Salâh BİRSEL
Öncelikle mesleğim icabı, son zamanlarda “moda” olan, popülarite kazanmış, güncel tartışmalara konu olan her kavramın ardına “– kültürü” eki takmaktan vazgeçmemiz gerektiğini belirteyim. “Taciz kültürü”, “tecavüz kültürü”, “linç kültürü”, şimdi de “ifşa kültürü” gibi yakıştırmalar, kültür kavramını deforme ediyor. Kültür bir insan topluluğunun ortaklaştığı duyuş, düşünüş, davranış örüntüleri için kullanılması gereken bir kavram. İnsanlara içinde yaşadıkları toplumsal dünyayı anlamlandırabilmeleri ve onun içinde uygun biçimde devinmelerini sağlayacak kerterizleri veriyor. En azından “kültür bilim” olarak antropoloji, onu böyle tanımlıyor.
Elbette taciz, tecavüz, linç ve benzerinin “kültürel” bağlamları ve izahları var. Ama bunları bizatihi “kültür” olarak tanımlamak, konuyu içinden çıkılmaz hale getirir…
Her ne hal ise, taciz, özellikle de cinsel taciz, sanırım istisnasız, her kadının yaşamında en azından bir kez deneyimlediği bir olgu. Yapışkan bir bakış, sırnaşık, müstehcen sözler, cinsel telmihli bir dokunuş, ısrarlı mesajlar…
Denetlenemeyen cinsel dürtüler? Doğal arzuların dışavurumu? Yani “biyolojik” mi?
Hayır, yalnızca bunlar değil. Cinsel tacizin gerisinde, erkeklerin üstte yer aldığı, üstün olduğu ve arzularını kadınlara dayatabileceklerine, kadınlara düşeninse bu arzulara memnuniyetle boyun eğmek olduğuna dair kültürel ön kabuller yatıyor. Cinsel taciz bir bakıma kültürel bir kurmaca olan “eril üstünlük” mitosunun gündelik yeniden üretim aracı…
Coğrafyamızda, eril sosyalizasyon, hâlâ genellikle baba, amcalar, erkek akrabalar, çocuğun yaşı ilerledikçe mahalleli ağabeyler, okuldaki erkek arkadaşlar vb. arasında edinilen bir şey. Kız çocuklarıyla erkek çocukların birbirinden ayrı tutulması adeta bir norm. Bu diyarda kız ve erkek çocuklar ayrı evrenlerde yetiştiriliyorlar hâlâ. Bu sosyalizasyonda erkek çocuğun cinselliği utanılıp sıkılanacak bir konu olmak bir yana, bir gösteri nesnesi, giderek bir performans göstergesi. Ona, hayat denilen cıngılda sürekli av peşinde koşan bir avcı olması belletiliyor durmaksızın.
“Amcası, bizim oğlanın bir şeyi var ki bütün kızları korkutacak.”
“Çek oğlum rakıdan bir fırt, amcalar görsün ne kadar hovarda olduğunu.”
“Benim oğlum büyüyünce bütün kızları peşinden koşturacak.”
Kız çocukların “kadınlığı” nasıl öğrendiklerini örneklemeye gerek var mı?
“Ört kız çabuk bacaklarını.”
“Arsız arsız sırıtma, biraz ağır ol.”
“Erkeğin elinin kiri, kadının alnının lekesi…”
Bu coğrafyada kadın-erkek ilişkileri gerilimli, sorunlu… Ve de hiyerarşik. Soyun sürdürücüsü, ailenin ekmek getireni, vatanın savunucusu, namusun koruyucusu olarak kurgulanan erkek, üstün, kadın ise hiyerarşinin alt basamağına yerleştiriliyor.
Bu “üstünlük” pompalaması, erkeklik dünyasında dehşetli bir ego şişmesine yol açıyor. Her türlü cinsel hamleyi kendinde hak gören, bunu cinsinin bir ayrıcalığı sayan narsizm.
Eril narsizm toplumsal konum eşitsizlikleriyle birleştiğindeyse taciz, kural oluyor. Son dönemlerde özellikle ortalığı saran ifşaların hemen hepsinin aynı zamanda eşitsiz bir toplumsal ilişkiye işaret etmesi rastlantı değil. Kıdemli gazeteci çaylak muhabiri, yönetmen figüranı, avukat stajyeri, kurt aktör genç yıldız adayını, hoca araştırma görevlisini… Bilebildiğim kadarıyla set işçisinin başoyuncuyu taciz ettiğine dair bir haber yer almadı medyada.
Bir başka deyişle “üstün cinsiyet” olarak kurgulanan erillik, toplumsal hiyerarşide üst basamaklarda bir pozisyonla kesiştiğinde züccaciyeci dükkânına dalmış fil özgüveni veriyor, sahibine…
İfşa ise, hukukun neredeyse hiç “alttakinden yana” işlemediği bir “kimi kime şikâyet edeceksin” ikliminde, taciz mağdurlarının elinde bir “güçsüzlerin silahı”na dönüşüyor, James C. Scott’un ifadesiyle. Hatta belki de bir intikam aracına!
Bu konuda yazıp çizenlerin hemen tümünün kabul ettiği gibi, “taciz” kanıtlanması neredeyse imkânsız bir hadise… Tanıkların olmadığı bir ortamda, iki kişi arasında gerçekleşiyor çoğunlukla… Tek dayanağı genellikle “mağdurun beyanı” olan “ifşa”nın bir toplumsal yaptırım aracı işlevi görmesi umuduyla devreye sokulmasının nedeni de bu. İfşanın ardından failin toplumsal olarak mahkûm edilmesi umudu: Çalıştığı medya ortamından uzaklaştırılması, eserlerinin boykot edilmesi, vekâletten azledilmesi, etkinliklere konuşmacı-sanatçı vb. olarak davet edilmemesi…
Taciz suçu gerçekten işlenmişse bu yaptırımların en azından failin içten bir öz eleştiri verene dek uygulanmasında bir beis yok. Ancak yaptırımları uygulayan ya da kaldırılmasına karar veren mercii belirsiz. Bir başka deyişle, bu davanın bir mahkemesi yok!
Öte yandan, mağdurun beyanının gerçek olmama olasılığı da her zaman ortada. Yabancılaşmanın, değer yitiminin, psikolojik bozuklukların topluma damgasını vurduğu bir ortamda reklam, kişisel intikam duygusu, obsesif kompulsif davranış bozukluğu, yolunu şaşırmış hayal gücü, yükselme hırsı, siyasal çekişme… Yalan beyanla birilerinin hayatını karartmak mümkün. Geçenlerde devrimci bir genci, Yusuf Uçak’ı intihara sürükleyen ifşa-linç hadisesi, uyarıcı bir örnek… Üstelik tek değil; benzeri çok sayıda olay yaşanıyor, özellikle de sosyalist çevrelerde… İfşa/linç siyasal rekabetin araçlarından oldu bu cenahta.
Bu durumda ne yapmalı?
Gerçek çözüm, çok daha kapsamlı ve kökten bir toplumsal dönüşümde yatıyor elbet. Hastalıklı bir toplumu eşitlikçi, dayanışmacı, kolektivist bir ethos doğrultusunda rehabilite edecek, eşitlikçi/özgürlükçü ilişkilere dayalı yeni bir insan ve toplum tasavvuru.
Ama öyle görünüyor ki böylesi bir dönüşüm çok fazla zaman alacak. Bugün ne yapabiliriz?
Öncelikle “kadının beyanı esastır” önermesini savunan feministlerin, özellikle de feminist hukukçular eliyle, konuyu sol/sosyalist/devrimci kamuoyu önünde enine boyuna tartışmaya açması, kavramın olanak, olasılık ve sınırlarını vurgulaması, belki de bunun örgüt-içi eğitimin bir parçası haline getirilmesi gerekiyor.
Dahası, örgüt içi eğitim programları toplumsal cinsiyet rol ve ilişkileri, yabancılaşma, aşk, devrimci etik, kültürel kodlar, sosyal medya kullanımı vb. konuları kapsayacak biçimde genişletilmeli.
Ve nihayet, örgüt/hareket içi taciz-şiddet iddialarının olabildiğince tarafsız, hukuk ilke ve uygulamaları konusunda birikimli ve deneyimli bir heyet –örneğin Çağdaş Hukukçular Derneği tarafından görevlendirilecek bir komisyon– tarafından ele alınıp karara bağlanması düşünülebilir.
Bugün “ifşa” olaylarının gerçekleştiği daha genel çevre (basın-yayın, reklamcılık sektörü, akademi, sinema-TV vb.) için ise, üyelerin davranışları üzerinde daha sıkı bir denetim mekanizması gerektiği ortada. Bunun yolu ise örgütlenmeden geçiyor. “Alttakiler”in, sıradan emekçilerin, kıdemsizlerin (kadınlar, teknik elemanlar, gençler, düz işçiler…) seslerini duyurduğu, işleyişini denetleyebildiği, bürokratikleşmemiş, ahbap-çavuş ya da çıkar ilişkileriyle çürütülmemiş bir örgütlenme… Bu anlayışla işleyen sendikalarda, meslek örgütlerinde taciz faillerine uygulanacak yaptırımlar tüzük ve disiplin yönetmeliklerinde saptanmalı ve “ama”sız, “fakat”sız işletilebilmeli…
O halde “Tarihi biraz bilen herkes, büyük toplumsal devrimlerin kadın mayası olmadan gerçekleşmeyeceğini de bilir” diyenlerdensek V. I. Lenin’in “Yürekli teyzeler gibi mırıldanmak yok, savaşçı kadınlar olarak yüksek sesle, açık konuşmalı!” uyarısı yolumuzu aydınlatmalı.

